Köşe yazımın başlangıcı: Birçok Duygu ve Gerçeğin Büyüsündeki Sarsıcı Dönüşüm
Merhaba, değerli okuyucularım. Bu yazıya, köşe yazısı olarak başlamak istedim fakat kısa zaman içinde duygularımın ağırlığı, yazdığımı düşündüğüm konuları daha derin bir çırpınışa dönüştürdü. Kendimi birçok zaman ünlü şair Nilgün Marmara gibi hissediyorum. Marmara’nın, ölümü sonrası eşi tarafından ‘şiir yazdığını bile bilmezdim, bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı’ sözleri bu bağlamda aklıma geliyor. Her hafta, kalbime yük olan düşünceleri kağıda döküyorum; aslında bunlar, yaşadığımız toplumsal acıların bireysel bir yansıması. Eğer toplumun geneli de bu acılara duyarsız kalabilseydi, belki de bizler de yazarken kendimizi idam sehpasına çekilmiş gibi hissetmeyecektik.
Olan biteni düşündükçe anlıyorum ki, toplumsal duygular ne kadar sert olsa da, içimden onlara karşı bir duyarsızlık oluştu. Dicle Koğacıoğlu’nun dediği gibi, “Çok acı var, dayanamıyorum…” Bu sözleri düşündüğüm zaman, hemen yanı başımda, İstanbul’da bir babanın, iki çocuğuyla birlikte herhangi bir toplu taşıma aracında şiddete maruz kaldığı aklıma geliyor. Ülkemizin her yerinde meydana gelen olayların, bir anda önümüze düştüğünün farkındayım; ancak, tüm bu yaşananların arka planındaki toplumsal yapı beni düşündürüyor. Hayal ettiğim o minik gecekondu ışıkları, sanki toplumsal yalnızlığımızın sembolü gibi, karanlıkta yanıyor.
Evin içinde, herkesin bir masa etrafında kahkahalarla toplandığı bir akşam yemeği masasını zihnimde canlandırıyorum. Evin annesi, yüzünde mutluluğun izleriyle büyük kızının sınavını kazanmasının sevincindeyken, çocuklar oyun oynamakta. Ancak aniden gerçekliğe dönerken, bu mutlu anların ardındaki derin karanlığı hissediyorum. O mutlu görüntülerin arkasında yalnızca bir düş mü var? Annelere bakan gözlerimin önünde, tasvir ettiğim o hayatın yansımaları kaybolmaya başlıyor. Tüm bunları düşünürken, yine o hastalıklarla boğuşan çocuklar, şiddetin kurbanı ailesinin çocukları olarak hayatlarına devam etmek zorunda kalıyor.
Son zamanlarda İstanbul’da yaşanan bir olayın ardından klavye başına oturan insanların tavırları da dikkatimi çekiyor. Yangın merhametin sadece bir kelime olduğu, nefes almakta bile zorlandığımız bir ülkede, ruhumuz sıkışmakta. Eylemlerin ve tartışmaların içinde kaybolmuş bir toplum olarak, ne yöne döneceğimizi bilmiyoruz. Çocukların yanında, bir kadınla tartışma yaşayan babalar ve son açıklamaları yapılmayan, kaybolan bir çocuğun hikayesiyle yüzleşmek zorunda kalan bir toplumuz. Bu koşullar altında yaşama mücadelesi vermek zorundayız; çünkü adaletin olmadığı bir dünyada herkes, birer ‘Ali kıran baş kesen’ gibi dolaşmakta.
Bütün bunlar olurken, toplumsal zihin yaratmanın daha zor olduğu günlerdeyiz. Devlet büyükleri, yetişkinlerin sağlıklı çocuklar yetiştirmesinden ziyade, sağlıksız aile yapılarının oluşturacağı üç çocuk beklentisi peşinde koşmaktalar. Ülkemizdeki yeni sağlık planları ne denli garip olsa da, vatandaşların derdine çare bulacak yapılar üretilmediği ortada. Oysa SMA hastası çocuklarımız ve kanser tedavisiyle uğraşan yaşlılarımız, çözüm beklerken sağlık ekipleri asıl mesele olan bu sorunlarla ilgileneceğine, sokaklarda tartı