Her gecenin kendine has bir hüznü var.
Gecelerin içindeki hüzün, yalnızca birini yazıp diğerlerini dışarda bırakırsam ağrıyan bir kalbim var. Geceleri, iki mutsuzluğun belini kırmak üzere gelen olayları masama koymak için bekliyorum. İçinde bulunduğum bu hafta, kahveden alınan yarım kalmış hatıraları, nankörlük balçığı içinde kaybolmuş bir toplumda insan olma savaşı verdim. Unutulan güzelliklerin değeri, bu hüsran dünya ile bir olmaya çalışırken benim ruhumda…
Hayatımın bir yanındaki güzel anıların tam karşısında, karanlık düşünceler içinde kaybolmuş bir zindandayım. Kimi zaman geçmişin güzel anıları beni kurtarırken, diğer yanda ciddi ve acı gerçekler yürekten düşüp gidebilir. Hayatımda çok derin yaralar açan kayıplar, Umut Can ve Melisa Şimşek’in son nefesleri ile patlak verdi. Yirmi iki yaşındaki Umut ile on altı yaşındaki Melisa’nın Sivas’ta, elleri bağlı olarak cansız bedene dönüşmesi, insana dair pek çok şeyi sorgulatıyor. Babalarının borcu yüzünden hayatına son vermek zorunda kalan bu gençlerin katilinin, cezasını çekip aramıza döneceğini bilmek içimi daha da acıtıyor.
Bu haftanın karanlık yüzü bununla sınırlı değil maalesef. Bir diğer acı olay ise Erol Eğrek’in trajedisi. Çalık Holding’in Türkmenistan’daki tekstil fabrikasında çalıştıktan sonra tazminatlarım uğruna hayata tutunmaya çalışan Erol’un, işten çıkarılmasının ardından yaşadığı derin bir çaresizlik ve dramatik bir son ile noktalandı. 10 yıl boyunca 7 milyon TL’lik tazminatını almadan yaşamış biri olarak, onun yaşadığı son anlar aklımı kurcalıyor. Erol’un bu çaresizliği ve ardından yaşananlar, belki de benim de yaşadığım korkuları gün yüzüne çıkarmaya yetti.
Annem, hayatının büyük bir bölümünü kör edici bir hikmetle, ‘Gündüz gözüyle kimse kimseye bir şey yapmaz.’ diyerek geçirmiş. Oysa ben, bu sözlerin içine geçmeye çalıştıkça, gördüğüm kadın cinayetlerinin hızla artışını içimde hissediyorum. Bahar Aksu’nun alenen sokak ortasında, herkesin gözleri önünde katledilmesi ile bu hüzün, toplumumuzun karanlık bir gerçeği haline gelmiştir; geçmişte olduğu gibi bugün de kadınlar rutin bir şekilde hedef olmaya devam ediyor. Neyin değiştiğini sorgularken, pek çok insanın da hayatını yok sayarak, bu tür vahşetlerin devam ettiğine bir kez daha tanıklık ediyorum. Bu, sosyal medyanın gündeme çıkardığı bir sorun değil; aslında özünde var olan bir acının yansıması.
Bu durumlar bitmedi elbette, ancak bu yazının sonuna yaklaşıyoruz. Eğitim alanında yaşanan bir başka trajedi de aklımı kurcalıyor. Giresun’da bir okulda yaşanan bir olayda, eski hükümlü Abdullah Turan, Yonca Çavuş ve Rana Çavuş Gökçen’i öldürdü. Okul gibi bir ortamda gerçekleşen bu cinayetler, toplum olarak karşı karşıya kaldığımız tehlikenin büyüklüğünü unutturmuyor. Her gün yeni bir vaka ile karşılaşırken, bireysel silahlanmanın tavan yaptığı bu ülkede insanların hayata tutunabilmesi çok daha zor hale geliyor.
Her hafta benzer karanlık olayları yaşamaktan ne kadar yorulduğumu anlayamazsınız. Şu anda, tüm bu yaşananların üzerinde durmak ve ısrarla yazmaya devam etmek, hayatın güzellikleri için umut taşımak istiyorum. Ben, bu sorumsuz politikalarla birbirine kenetlenen adalet arayışında susanlara hakkım helal değildir. Ülkemizin çıktığı bu yolculukta, korkulan ama konuşulmayan acıları içimde taşırken, bu yazıyı nok